29 Aralık 2015 Salı

Çayı Değil Çay Yapraklarını İçmek İçin: Japonya’dan Matcha Çayı


Son altı ay yoğun bir koşuşturma içinde geçti. Hem iş, hem ülke gündemi.. Çok istediğim halde, uzun zamandır paylaşmak istediğim bu muhteşem çayı ancak paylaşabiliyorum. Tabii önce paylaşabilmek için matcha ve matcha hazırlamakta kullandığımız, Japonların chasen dediği bambu karıştırıcı / köpürtücüyü edinmem gerekiyordu. Münih’e giden sevgili Nihancan siparişlerimi itinayla temin etti.

Biraz matcha’nın nasıl elde edildiğinden bahsetmek istiyorum. Matcha çay yapraklarının gölgede dinlendirilen yapraklarından elde ediliyor. Ancak gölgede kalan yapraklar klorofil seviyesinde önemli bir artışa, amino asit sentezinin hızlanmasına, koyu yeşil bir renk almasına neden oluyor. Matcha’yı kanser düşmanı olarak nitelendirilme sebeplerinden bir tanesi içeriğindeki muazzam klorofil düzeyi. Matcha hazırlanırken yalnızca en kaliteli tomurcuklar ve yapraklar toplanıyor. Toplanan tomurcuk ve yaprakların damarları temizleniyor, fermentasyonu durdurmak için hafif bir şekilde buhara tutuluyor, taş değirmenden geçirilen gölgede kurutulmuş yapraklar parlak yeşil, pudraya benzer bir yapıya dönüşüyor ve işte matcha içime hazır!


Tabii matcha Japon çay seramonisine tamı tamına uygun bir çay olarak hazırlanışı belirli bir emek istiyor. Seramonin ilk adımı önceden sıcak su ile ısıtılmış porselen bir kabın ısıtılıp iyice kurulanmasının ardından (kişi başı 5 gr olarak düşünülebilecek şekilde) matcha’nın mümkünse elenerek ve ardından 70 dereceyi geçmeyen sıcak suyun üzerine eklenmesiyle başlıyor. Suyu koyarken çok dikkatli olmakta yarar var, zira su miktarının olması gerekenden fazla olması durumunda köpük elde etmek zorlaşıyor. İkinci adımda ise köpük elde etmek için chasen ile aynı yöne hızlı dairesel hareketlerle matcha ile suyu birbirine iyice yediriyoruz. Bazı kaynaklarda, buzdolabında saklanması gereken matcha’nın doğrudan soğuktan porselen kaba alınması yerine 30 dakika kadar oda sıcaklığında dinlendirilmesi gibi tavsiyeler yer alıyor. 
                                             
Tıpkı diğer çay çeşitlerinde olduğu gibi matcha üretimi de ciddi bir emek istiyor. 30 gramlık bir matcha öğütebilmek bir saate yakın vakit alıyor. Öte yandan matcha yalnızca çay keyfinde değil, dondurma, tatlı, latte gibi farklı alanlarda da yalnızca Asya’da değil, Kuzey Amerika’da da tüketiliyor. Ve matcha’nın son kullanıldığı bir nokta: matcha likörü! Ben matcha’nın her haline bayılıyorum, likörü henüz denememiş olmakla beraber :)

Matcha hem kupalarımıza gelişi, hem hazırlanışı, emek, incelik ve zahmet isteyen, ama o ölçüde de sağlığa inanılmaz faydası olan bir çay.

Tıpkı matcha gibi inceliklerle ama az zahmetle geçsin 2016 yılınız, sağlık, mutluluk, huzur ve sıcak çayınız hep yanı başınızda olsun! İyi seneler..

                                                    

1 Şubat 2015 Pazar

Rooibos: Güney Afrika'dan Gelen Sağlık Çayı



Geçtiğimiz iki hafta o kadar yoğundu ki, cuma akşamı eve geldiğim zaman evi ne kadar özlemiş olduğumu fark ettim ve ayaklarımı uzatıp acele etmeden birkaç fincan çay içmenin aslında ne büyük mutluluk ve özgürlük olduğunu..

Çoktandır aklımda olan bir çay vardı sizlerle paylaşmak istediğim. Benim kişisel çay tarihimde birkaç yıllık geçmişi var Güney Afrika kökenli bir çay olan Rooibos’un.

Rooibos’un tarihine ve özelliklerine geçmeden önce, hep Asya ile özdeşleştirdiğimiz çayın aslında 19. Yüzyıldan itibaren Afrika’da da yoğun bir şekilde üretiminin başladığını öğrenmek, dünya çay tarihi ile sömürgecilik hareketleri arasındaki bağlantıyı açıkça ortaya koyması bakımından son derece ilginç.  Avrupalılar (özellikle İngilizler) ülkelerinde artan çay talebini ucuz bir şekilde karşılamak için 1850’lerden başlayarak önce Güney Afrika, sonrasında ise Kenya ve Malavi’de çay üretim plantasyonları kuruyorlar. Örneğin bugün Kenya ve Malavi’de son derece kaliteli düzeyde çay üretilebiliyor, öyle ki Kenya bugün Afrika kıtasının başlıca çay üreticisi ve dünyanın en önemli üçüncü çay üreticisi ülke konumunda. Kenya’nın bugün bir Çin ya da Japon çayları kadar bilinememesi ise muhtemelen ülkenin marka üretmekteki sıkıntıları ile ilgili..

Gelelim günün çayına.. Rooibos, yalnızca Güney Afrika’da yetişen ve yerel halk tarafından yüz yıllardır tüketilen bir bitki çayı aslında. Siyah, yeşil, beyaz ya da oolong’ların aksine kökü camellia sinensis’e yani çay diye bildiğimiz bitkiye dayanmıyor. Rooibos’un kökeni Aspalathus linearis. Bu bitki 1-2 metreye kadar boy atabiliyor ve toplanan rooibos yaprakları güneş altında kurutuluyor. Sonunda açık safran kırmızısı hoş bir renk alıyor rooibos. Bu nedenle, Güney Afrika’da kırmızı çay olarak da biliniyormuş. 



Rooibos piyasada sade olarak bulunabildiği gibi, bourbon vanilya, bergamut ile de harmanlanmış halleri de giderek yaygınlaşıyor. Rooibos’un kanıtlanmış faydalarına gelince, öncelikle siyah çay uykunuzu kaçırıyorsa, kafeinsiz bir çay olan rooibos tam size göre :) İkincisi, tıpkı diğer çay çeşitlerinde olduğu gibi, içeriğinde bulunan aspalathin ve nonthofagin gibi polifenol antioksidan içeriği nedeniyle hücre canlanması ve kanser hücreleriyle savaş konusunda çok etkin. Diğer taraftan, magnezyum, kalsiyum ve çinko içeriğinin zenginliği sayesinde mineral açıdan çok zengin bir çay rooibos. Evet yanlış duymadınız ıspanaktan değil bir çaydan bahsediyorum burada :) Rooibos’un ayrıca içeriğindeki ‘’quercetin’’ maddesi nedeniyle, sindirimi kolaylaştırıcı, mide kramplarının giderilmesine yardımcı bir etkisi var. Öyle ki, kafein içeriği bulunmaması nedeniyle, kolik bebeklere bile Güney Afrika’da güvenle içiriliyormuş. 



Bu kadar fayda karşısında ben rooibos’umu içmeye devam edeceğim, sizlere de şimdiden afiyet olsun :)

Sağlık ve mutluluk dolu fincanlara..

13 Ocak 2015 Salı

İsli Çay: Çin’den Lapsang Souchong


Bazılarımızın çocukluğu şehirlerde geçti, benim de.. Çileğin, domatesin ağaçta yetiştiğini sandığımız, betonlaşmanın ilk temellerinin atıldığı, yeşilin apartman bahçelerinin sınırlı kısmına hapsedilmeye başlandığı zamanlardı. 1990’larda çocuktuk biz, büyük şehirlerde kömür kokusunun gecekondulardan orta-zengin semtlere yayıldığı, kış gecelerinde “boğğğğğzaaaaaa” diye boza satmaya çalışan bozacıyı çağırmak için balkona çıkıldığında kesif bir kömür kokusunun genzi yaktığı zamanlardı. Belki de kömür bana kışı, karı ve bozayı çağrıştırdığından hiç nefret etmedim kömür kokusundan.

Anneannem küçüklüğünde evlerindeki kuzinede odun ateşinde pişirdikleri ekmeğin kokusundan bahsettiği zaman hayal etmeye çalışırdım kuzinenin nasıl birşey olduğunu. Malum, Google görsellerin olmadığı yıllardı. Hayal etmenin, zihinde canlandırmaya çalışmanın hala anlamlı olduğu zamanlardı. Kuzineyi hayal edebilsem de anneannemin anlattıklarıyla, odun ateşinde pişmiş ekmeğin kokusunu pek de canlandıramazdım kafamda. Sanırım kokuyu hayal etmek en zoru.. Hayatımda ilk sobayı izcilik yaptığım yıllarda gördüm, odun sobasını ise rahmetli yengemin Kırklareli’ndeki evinde tanıdım. Odun sobası üzerinde ısıtılan ekmeğin ve tereyağının kokusunu da, soba üzerinde pişen çayın keyfini de oralarda tattım. Her şeyin mekanikleştiği dünyada tiryaki” denilen çay makinelerine hiç itibar etmeyişimin altında belki de bu hatıralar vardır.

İsli çayı (lapsang souchong) ilk içtiğimde de zihnime odun sobasının odaya bıraktığı koku geldi Kırklareli’ndeki eski çift katlı bir evin küçük odasında. Koku almanın işte böyle büyülü bir yanı var, zaman makinesi gibi bir şey.. Meğer, Çin kökenli siyah bir çay türü olan Lapsang Souchong toplandıktan sonra çam odununda yakılan bir ateş üzerinde kavruluyormuş ve çam odununun o eşsiz kokusu siyah çaya geçiyormuş. Aslında Çin’de çok da yaygın olmayan bu çay, yine bir zorunluluktan doğmuş hikayeye göre. Bir çay üreticisi, çok yağışlı bir mevsimde çay yapraklarını toplayıp kurutmaya çalışmış doğal yöntemlerle ancak çay yaprakları kurumak bilmiyor, adamcağız da ürününü bir türlü paraya çeviremiyormuş. Bu durumda çareyi çay yapraklarını çam odunu ateşinde kavurarak kurutmakta bulmuş. Hikaye bu ya, Çin’de talep görmemiş bu isli çay, ta ki Avrupalılar bu çayı keşfedip sevene kadar. Uzun dönem Winston Churchill çayı olarak bilinmiş lapsang souchong.



Beyaz çay’da çay yapraklarının en kaliteli kısmının (tomurcuk ve tomurcuğa en yakın ilk bir iki yaprak) kullanılması gerekirken, lapsang souchong’da göreli olarak daha altta kalan ve daha az değerli olan yaprakların kullanılması yeterli. Bu da aslında daha az değerli çay yapraklarının da ziyan olmamasını ve değerlendirilmesini sağlıyor, elbette çam odununun eşsiz kokusu eşliğinde..



















Lapsang souchong’u ben çok sevdim, hem nostaljik bir yanı olduğu ve kokusu beni çok eskilere götürdüğü için, hem de isli olan herşeyi çok sevdiğim için. İlk demlemede rengini biraz daha açık verirken, uzun süre beklediğinizde rengi tavşan kanını alıyor. Genelde değerlendirmelerde ya çok seviliyor ya da hiç sevilmiyormuş bu çay türü. Yine de bir fırsatınız olursa deneyin derim, bakalım siz nerelere gideceksiniz çaydan aldığınız ilk yudumdan sonra :)

Mutlu an’lara kalkan fincanlara :)

31 Aralık 2014 Çarşamba

Kış Mahsulü Çay: Kanada’dan Icewine Tea



Sevgili dostumun Londra’ya gitmeden önce bana denemem için bıraktığı Icewine Tea Aralık ayının son ve soğuk günlerinde ilginç bir tecrübe oldu. Icewine dediğimiz şey, en yüksek eksi sekiz on derece sıcaklıkta, en çok Kanada ve Almanya’nın kuzey bölgelerinde yetişen, esas olarak şarap üretiminde kullanılan, siyah çayla harmanlandığı zaman ağızda meyvemsi bir tat bırakan bir çeşit kış üzümü aslında. Bu kış üzümünün kurusunun da kaliteli bir siyah çayla harmanlanması sonucunda Icewine tea kupalarımızda yerini alıyor. 


Icewine’ın popüler olma tarihi oldukça yeni diğer çay çeşitlerine göre. Icewine çayseverlerden önce, şarapseverlerin dikkatini çekmeyi başarmış bir ürün. İlk olarak 1978 yılında Kanada’da ticari olarak satışa sunulmuş . Avrupa’da ise Almanya’da 1800’lerden beri kışın hasat edilen üzümler, yeteri kadar tatlı duruma geldiği zaman şarap (eiswein) haline dönüşüyormuş, ancak popüler hale gelmesi de 20. Yüzyılın ortalarında gerçekleşmiş. Şarap cenneti olarak bilinen Fransa’nın ise ikliminin çok daha yumuşak olması, uzun süreli don olaylarının olmaması nedeniyle Fransa’da icewine üretimi bulunmuyor. Coğrafi koşulların, iklim şartlarının yaratıcılığı ve üretimi nasıl motive ettiğini anlamak için hoş bir örnek icewine.

Icewine’ın üretim süreci ise zor ve zahmetli. Ürünün tamamen donması halinde içinden gerekli sıvı elde edilemeyeceği ve ürünün buzluyken preslenmesi gerektiği için, ürünü toplayanların ya gece geç saatlerde ya da günün erken saatlerinde en çok birkaç saat içinde toplanması, erimeden soğuk mahzenlere ulaştırılması ve depolanması şart. 


Toplanan ürünün önemli bir kısmı şarap yapımında kullanılırken, görece daha çok donmuş olanları (ve dolayısıyla suyu çıkartılamayanlar) icewine tea karışımında kullanılıyor. Genellikle siyah Ceylon çayı blend için kullanılıyor ve icewine tea damağınızda daha çok kırmızı meyveler çayı tadına benzer bir tat bırakıyor. Son derece lezzetli, değişik, denemeye değer. 

Lezzet, hoş sohbet ve mutluluğa dolu kalksın kupalarınız yeni yılda  :)

İyi seneler!

21 Aralık 2014 Pazar

Kavrulmuş Pirinçli Yeşil Çay: Genmaicha


Malum, havalar soğudu.. Evde geçirilen akşamlar, izlenen filmler çoğaldı. Hem sinemada, hem evde film izlerken yapılan - değişen pek çok şeye rağmen değişmeyen - en temel aktivitelerden biri de patlamış mısır yemek.. Tabii bunun da bir ritüeli var: ellerin mısırın olduğu derin kaseye daldırılıp gözleri filmden ayırmadan rastgele ağzı bulma çabası ve kasedeki mısırın bitişinin yine el yordamıyla anlaşılması.. Sonrasında ise ortama sinen mısır patlağı kokusu..

İçinde kavrulmuş pirinç olan ve bazı pirinç parçaları kavrulurken beyaz mısır patlağına benzeyen bir çay var mıdır diye 100 kişiye sorsak, muhtemelen cevap hayır olurdu, tabii bu soru Japonya dışında ya da Japonya’da yaşamamış birine sorulduysa :) Ancak Japonya’da son derece popüler bir çay olan Genmaicha, Japonların yeşil çayı (sencha ya da bancha) ile kavrulmuş pirinci karıştırmaları sonucunda ortaya çıkıyor. Pirinç kavrulurken bazı pirinç parçaları mısır patlağına benzeyen bir hal alıyor, bu nedenle bazen Genmaicha “mısır patlaklı çay” (pop corn tea) olarak da anlıyor. 



Zamanında Genmaicha özellikle yaşamsal gıdasını pirinç tüketerek sağlayan ve çay tarlalarında çalışan yoksul Japon tarım emekçilerinin, doğrudan tüketmedikleri yeşil çayı çoğaltmak için yarattıkları bir çay çeşidi konumundayken, bugün Japonya’da her kesim tarafından zevkle tüketilen bir çay haline gelmiş.  



Genmaicha içerken kendinizi tıpkı sinemada, ya da evde film izlerken patlamış mısır yermiş gibi hissediyorsunuz. Kavrulmuş pirincin tadını bilemediğimden belki, çaya sinmiş çok hoş bir patlamış mısır kokusu var içerken çok net bir şekilde aldığınız.

Kanser, Alzheimer ve kalp hastalıkları ile savaşta etkinliği bilimsel olarak kanıtlanan antioksidan polifenollerden bol miktarda içeren yeşil çayın kendine has kokusunu çok sevmeyenler için Yeşil Çaya Giriş 101” tadında bir başlangıç olabilir patlamış mısır kokulu Genmaicha.


Genmaicha ya da yeşil çayların, akşam saatlerinden önce günün her saatinde rahatlıkla tüketilebileceğini söyleseler de, benim en sevdiğim zaman dilimi sabah kahvaltısından hemen sonra.

Genmaicha’nın tadına gelince, hafif, meyvemsi, tatlı bir tadı var. Yeşil çayların genelinde olduğu gibi 80-85 derece arasındaki bir sıcaklık ve yaklaşık 2 dakikalık demleme süresi Genmaicha ile lezzetli bir yolculuğa çıkmak için yeterli.

Mutlu, sağlıklı haftalar :)


15 Aralık 2014 Pazartesi

"Çay'ın Şampanyası": Darjeeling



Darjeeling, çayseverlerin Hindistan dendiğinde aklına gelen ilk iki çaydan birisidir belki de.. Bir Hintli arkadaşıma Hindistan’ın neresinden olduğunu sorduğumda, “Guwahati” demişti. Benim boş bakan gözlerim karşısında, “Assam çayını biliyorsundur, işte o bölgeden” deyince gözümde hafif bir bilinç ışığı belirmişti. Sonrasında, Assam’ın doğusunda bulunan ve en az Assam kadar meşhur olan Darjeeling çayından ikram etmişti, çay en temel görevlerinden birini daha yerine getirmişti: dostluk başlangıcına vesile olmak..

Dostlukların tarihini (bu yazı kapsamında) es geçip, Darjeeling’in tarihine gelecek olursak, aslında İngilizlerin Hindistan’daki sömürgecilik tarihine dayandığını görürüz. Hindistan’da ilk kez Darjeeling Valisi Dr. Campbell tarafından 1835 yılında Çin’den getirdiği (kaçırdığı) tohumları bahçesine dikmesiyle filizlenmiş ilk çay yaprakları.. Kısa sürede çayın toprağa şaşılacak denli uyumu sayesinde, filizlendiği bölgenin adını almış Çin’den getirilen çay yaprakları ve adı olmuş Darjeeling çayı. Öyle ki, “çayın şampanyası” diyorlar Darjeeling için ve bu bölgede üretilen çay yapraklarının tadını veremiyor başka hiçbir toprak. Bu arada Dr. Campbell’in Hindistan’daki çay girişiminin amacının çayın doğrudan İngiltere’ye ihraç edilmesini sağlamak olduğunu hatırlatmakta yarar var, zira bundan 150 yıl önce çay Hintliler tarafından bilinmiyor ve dolayısıyla içilmiyormuş. Ancak bugün Hindistan’daki toplam üretimin neredeyse %80’i ülke içinde tüketiliyor ve çay (ya da chai) bir “milli içki” durumuna gelmiş durumda.

Darjeeling çayının hangi çay kategorisi altında değerlendirilmesi gerektiği konusu ise ayrıca enteresan. Her ne kadar uzun yıllar boyunca uzmanlar tarafından, Darjeeling siyah çay kapsamında değerlendirildiyse de, son yıllarda, çoğunlukla oksidasyon oranının %90’ın altında olması nedeniyle oolong’a daha yakın olarak kabul ediliyor.

Darjeeling’de hasat zamanı da çayın pazardaki niteliğini değiştiren önemli bir faktör. Esas olarak ikinci hasat zamanı (Haziran-Temmuz) için küresel talep yüksekken, son yıllarda ilk hasata (Mart-Nisan gibi) yönelik talep de artmaya başlamış. Son olarak da Muson yağmurları sonrası (Ekim, Kasım dönemi) hasat zamanı ki, bu dönemde çayın kalitesinin göreli olarak daha düşük olduğu kabul ediliyor uzmanlarca ancak bu dönemde de kaliteyi artırmak için çabalar var. Bu nedenle Darjeeling alırken, hasat döneminin hangisi olduğunu sormakta yarar var :)

Biz Freiburg’da soğuk bir Mart günü içimiz ısınsın diye girmiştik Teapot’a.. Sevimli Hintli satıcı kadının tavsiyesiyle aldığımız ve bizzat kendisi tarafından vanilya çubuklarıyla harmanlanmış bir Darjeeling aşağıda gördüğünüz fotoğraflara konu mankenliği yapan çay :) Tadı ve görüntüsü daha çok ikinci hasat dönemini andırsa da, tam olarak hangi hasat dönemine ait olduğunu hatırlamıyorum aldığımız çayın.


Bizim fincanlarımızı neşelendiren Darjeeling’in son derece dengeli, vanilya çubuklarından mı yoksa doğrudan çayın etkisinden mi emin olamadığım cevizimsi bir tadı var. 

Darjeeling de diğer pek çok çay gibi birkaç kez demlenmesi halinde de tadından bir şey kaybetmiyor, ilk demde rengi biraz daha açık olacak, demini aldıkça rengi koyulaşacaktır. 85 dereceyi aşmayan bir sıcak su Darjeeling yapraklarıyla buluşmaya hazır kabul ediliyor.

Keyifle kalkan fincanlara :)


8 Aralık 2014 Pazartesi

Wulong ya da Oolong – Çin’in Güneyinden ve Tayvan’dan Kupalarımıza Ulaşan Lezzet


Çince kursuna giderken, Çinceyi ve Çin kültürünü sevmeme neden olan, 15 yıl Tayvan’da yaşamış –ama her anlamda gerçekten yaşamış- Çince hocam Serdar Laoshi’dan duymuştum ilk kez Çin’in güneyindeki Fujian’i. Dağlık bir alan olduğu için çayı da kızları da çok güzeldir” demişti. Dağ-çay-kız üçgeni arasındaki bağlantıyı tam kuramamıştık ki kendince öncelikli konudan başlayarak açıkladı, dağlık bir alan olduğu ve zamanında ulaşım zor olduğu için Fujian’e, farklı bölgelerden insanlar bölgeye gelmemiş, bir anlamda kızlar Hocamın deyimiyle “dağlı”ya özgü güzelliklerini koruyabilmişti. İkincisi ve onun için göreli olarak daha az önemli olan çay konusunda ise güneyde dağlık alanda yetişen çay, iklimin de etkisiyle bölgenin floral kokusunu bir anlamda içine çekmiş oluyordu, o yüzden çok güzel ve özel bir tadı vardı.

Sonraları Çin’e 5-6 kez iş için gitmiş olmama rağmen, Fujian’e gitme fırsatım hiç olmadı ama Fujian ve Tayvan orijinli oolongu (wulong farklı okunuşu ama aynı şey) deneme şansı buldum.



Öncelikle daha önce de belirtmeye çalıştığım gibi çayların kategorize edilmesinde oksidasyona ne derece maruz kaldığını hatırlamakta fayda var. Bu noktada, oolong, yeşil çay ile siyah çay arasında yarı-oksidize olmuş bir tür olarak kabul ediliyor. Ancak, oolongun ne derece oksidize olduğu, onun yeşil çay ya da siyah çaya yakınlığını belirliyor. Literatürde, genellikle %30 ile %50 arasında oksidize olmuş oolonglar yeşil çaya, %70 üzerinde oksidize olmuş oolonglar ise siyah çaya yakın oolong olarak kabul ediliyor. Yeşil çaya yakın oolonglar daha floral ve hafif bir aromaya sahipken, siyah çaya yakın oolonglarda daha odunsu, sert bir tat dolaşıyor damaklarda..

Oolong damaklarımıza ulaşmadan önce diğer çay çeşitlerine göre zahmetli bir süreçten geçiyor. Zira, çay yapraklarını saplarından ayırmak başlı başına bir iş! Bir çay emekçisinin 12 kilogramlık çay yapraklarını sapından ayırması 10 saatten daha fazla vaktini alıyor. Sap kısmı ayrıldıktan sonra da 12 kilogramlık çay yaprağının kütlesi 9,4 kilograma iniyor.

Bizim evdeki yeşil çaya yakın oolong Tayvan menşeli ve “high mountain wulong” (gaoshan wulong - 高山乌龙 ) olarak biliniyor. Son derece hafif, çiçeksi bir aroması var. Akşam yemeklerinden sonra da keyifle içmek mümkün..




Evdeki bir diğer oolong çeşidimiz ise Fujian kökenli ginseng oolong (renshen wulong - 人参乌龙 ). Esasen Kore’de ünlü ve yaygın olarak kullanılan ginseng kökleri ile meyan kökünün toz haline getirilip çay yaprakları ile karıştırılması sonucunda elde ediliyor. Siyah çaya çok daha yakın sert ve odunsu bir tadı var. Gece uyanık kalmak isteyenler ile sabaha zinde bir başlangıç yapmak isteyenler için tavsiye olunur :)





Farklı sürelerde olmak koşuluyla, oolong çay yapraklarının birkaç kez demlenerek içilmesi mümkün. Demlenmeden önce kapalı ve yuvarlanmış gibi görünen yapraklar açıldığında genişlediği için aslında çok da bereketli bir çay oolong. Bu nedenle çok küçük miktarlar bile keyifli bir tadım için yeterli olacaktır. İlk demlemede 85-90 derecede 4 dakika, ikinci, üçüncü demlemede ise sırasıyla 6 ile 10 dakika arasında demlenmesini beklemek gerekiyor.

Sağlığa ve mutluluğa kalkan fincanlara :)